Halil Turhanlı : İstersen bu hafta da günlük konulardan biraz uzaklaşalım ve önceki programlarda sözünü ettiğimiz konuları tamamlayıcı bir şeylerden bahsedelim. Virginia Woolf’tan ve Virginia Woolf’un kız kardeşlerinden bahsetmiştik ya da onun takipçilerinden. Daha sonra geriye gitmiştik Birbirini izleyen programlar değildi bunlar, birkaç hafta arayla ele almıştık bu konuları. Fakat, aralarında bir bağ bulunuyor. John Stuart Mill‘den söz etmiştik. Bugün de John Stuart Mill’in çağdaşı sayılabilecek bir romancıdan söz edelim istersen, George Eliot’dan. Daha doğrusu, George Eliot’dan yola çıkarak belli bir dönemi konuşalım. George Eliot konusunda şu ileri sürülür: 1970’lerden itibaren onun romanlarını tekrar okuyanlar, George Eliot’ın, feministler için çok da olumlu tipler çizmediğini, romanlarında olumlu tipler sunmadığını söylerler. Hatta bazıları, Eliot’ın kimi kadın kahramanları Bronte Kardeşler’inkinden daha uysal olduğunu iddia ederler. George Eliot’ı sadece roman yazarı olarak kabul ederseniz belki bu kısmen geçerli sayılabilir. Gel gelelim, onu salt bir romancı olarak ele almak çok sığ bir yaklaşım olur. George Eliot onun roman yazarken kullandığı isim, daha başka isimleri de var. Asıl adı Mary Ann Evans. Taşrada doğmuş, taşrada büyümüş. Taşralı ama varlıklı bir ailenin kızı; babasına, çevresine başkaldıran, babasına bir gün” artık seninle kiliseye gitmek istiyorum” diyen, onu şaşırtan bir kız. Kendinden yaşça çok büyük ve evli erkeklerle birlikte olan ve bu ilişkilerini taşra ortamında yaşayan bir kadın.
Ömer Madra : Yaşadığı çağ dikkate alındığında, büyük bir cesaret, inanılmaz bir özgüven.
H.T: Kesinlikle öyle. Yirmi küsur yıl bir erkekle birlikte, evli bir erkekle birlikte yaşıyor. Victoria döneminde de, bugünkü Türkiye’nin yasalarında da -kalkmadıysa eğer- zina sayılıyor bu. Az önce George Eliot’u sadece romanlarıyla ele almamak gerektiğini söylemiştim, bir de gazeteciliği var, yazar kimliği de çok yönlü.Yazdığı gazeteler, dergiler öyle kadınlar için çıkartılan yayınlar da değil. Bunlardan biri Westminister Review. Bir süre John Stuart Mill’in de editörlüğünü yaptığı bir dergi. George Eliot bu dergiye yazılar yazmakla kalmıyor, derginin yardımcı editörlüğünü de üstleniyor. O dönemde bir kadın için çok önemli bu. Politik yazılar kaleme alıyor orada, yani öyle eğlencelik yazılar değil. Gerçekten ciddi konulara değiniyor. Yazılarını birkaç değişik adla yazıyor. Bazen de mektuplarını Polly Ann diye imzalıyor. Bu Polly Ann adı biraz Pollyanna’yı çağrıştırabilir, yani çok sevimli ve nahif bir kız çocuğunu çağrıştırabilir. Fakat öyle değil işte. Mary Ann’in -ya da George Eliot’ın- Polly Ann’inde demonik, şeytansı bir şeyler var. Cadımsı bir şeyler var, hatta bazen sevdiklerine böyle oyunlar oynuyor. Kullandığı bu değişik adlar taşralı bir kızın sofistike bir yazar olma yolunda uğradığı çeşitli duraklar. O kadar sofistike entelektüel bir yazar ki George Eliot bu bakımdan Charles Dickens onun eline su dökemez örneğin. Charles Dickens çok önemli bir yazar kuşkusuz, ama entelektüel açıdan George Eliot’ın yanında bir pigme gibi kalıyor.
Eliot hem gazeteci, hem denemeci, hem de iyi bir çevirmen. Az sonra değinmeye çalışacağım; Ludwig Feuerbach’ın çevirmeni. Hıristiyanlığın Özü adlı yapıtını Almanca’dan çeviriyor. Çok da önemli bir yapıttır o. Hegel’den Marx’a geçişte tam ortadadır Feuerbach. İki yıl boyunca hem çeviriyor hem de yorumluyor, defterine notlar alıyor, kendince yeniden anlamlandırıyor Feuerbach’ı. Böyle bir çizgisi var George Eliot’ın.
1855 yılında yazdığı bir denemede insanın değişmez bir doğasından söz edilemeyeceğini söylüyor. Daha sonra bir romanında, başyapıtlarından biri sayılan Middlemarch’da kadınların ya da erkeklerin değişmez bir doğasından söz etmenin sahte bir bilimsellik olduğu temasını işliyor. Kendisinin yaşadığı evrim de bunu gösteriyor. George Eliot romanlarındaki karakterlerin tutucu ama romancının kendi yaşamının karakterlerinden daha radikal olduğu ileri sürülür. Bu savda gerçeklik payı var. Ancak şu da var: Bu romanlar bugün dikkatle okunduğunda Eliot’ın kadın kahramanlarının da iddia edildiği denli tutucu olmadıkları anlaşılıyor.
George Eliot ya da Mary Ann Evans
kadınlara özgü sayılan özellikleri de erkek kahramanlarına yüklüyor, en azından bir romanında yapıyor, çoğumuzun okulda ders kitabı olarak okuduğu, biraz da bıkkınlıkla okuduğumuz ve yüzeysel geçtiğimiz Silas Marner adlı kitabında yapıyor. İhtiyar dokumacı Silas Marner altınlarını kaybederek bir kız çocuğu buluyor ve kız çocuğunu tıpkı bir anne gibi yetiştiriyor. Yaşlı Silas Marner ile küçük kız arasındaki ilişki bir baba- kız ilişkisi değil. Bir süt anneyle kız çocuğu arasındaki ilişki bu. Roman kahramanlarını da tersyüz etmiş oluyor George Eliot. Bu çok önemli bir şey. Bu arada bir söylenceyi de tersyüz etmiş oluyor . Söylenceyi değiştiriyor, daha zenginleştiriyor. Kral Midas söylencesini...Kral Midas’ın tuttuğu her şey altına dönüşür. Kızını dahi sonunda altından heykele dönüştürür. Tuttuğu her şeyin altın olmasını dilemiştir, ama şimdi bundan büyük bir pişmanlık duymaktadır. Eskiye dönebilmek, şarabı tutabilmek, ekmeği tutabilmek ister. Silas Marner çocuk sevgisinin altınlardan hazinelerden çok daha değerli olduğu temasını işliyor bir bakıma. Tabii burada romanın endüstri devrimine geçiş aşamasında yazılmış olması da önemli. Romanın kahramanı bir dokumacı, tek başına dokuma yapan yaşlı bir insan, yani bir makine kırıcı (luddism) duyarlılığı da var bu çok tanınmış romanda. George Eliot’ın en çok okunan romanlarından bir tanesi. Roman yazmak en son denediği şey, en son da romancı olarak adını duyuruyor. Yani George Eliot, evriminin son noktası. Roman yazmak, genelde yazı yazmak aslında cinsiyet gettosundan kurtulmanın bir yolu. Ataerkil toplumdaki sınırları aşmanın bir yolu. Peki ama niye bir erkek ismini kullanıyor George Eliot? Kız kardeş George niye böyle yapıyor?Roman yazmak, yazıyla uğraşmak erkeklere özgü bir uğraş olarak kabul ediliyor o dönemde. Yani kalem kadınların yoksun oldukları bir şey. Kadınlar bundan yoksunlar ve yazamazlar. Freud da söylüyor zaten, “kadınlar büyük buluşlar yapmamışlardır” diyor, insanlık tarihine pek katkıları yoktur demeye getiriyor.Ataerkil toplumun yaygın anlayışına göre kadınların sadece teknikte katkıları vardır. Bu alandaki katkı da çok sınırlı. Sadece dokuma ve örmede. George Eliot romanlarında bunu tersine çeviriyor. Erkeklere özgü kabul edilen bir uğraşı, erkek adını alarak yaparken romanlarında
Kadınlar yazarken, kalemi ellerine aldıklarında da dokuyorlar, örüyorlar ama örümcek ağı dokuyorlar. George Eliot örümcek ağı dokuyan kadın yazarlardan. Virginia Woolf’un kız kardeşlerinin de en büyük özellikleri örümcek ağları dokumalarıdır. George Eliot örümcek ağı dokumacılarının öncüsü belki de. Daha sonraki romanlarında, örneğin Middlemarch’da, iç içe geçmiş öyküler var, iç içe geçmiş hayatlar var, iç içe geçmiş karakterler var. Çok karmaşık bir roman örgüsü var Eliot’da. Yani bir Jane Austen değil, “kız acaba kiminle evlenecek?” sorusunun cevabını aramıyorsun bütün roman boyunca. Çok farklı şeylere değiniyor, felsefi bir yönü de var. Feuerbach‘tan aldığı kilisesiz bir İsa anlayışını romanlarına yedirmiş bir yazar. Bir şey daha var tabi, Eliot sözcüğünü tersinden yazarsan tuval anlamına da gelir. Aynı zamanda bir ressam gibi çalışıyor George Eliot.
Alman felsefesine ilgi duyduğunu ve Feuerbach’ı çevirdiğini söylemiştik. Aynı dönemde bir başka felsefeciyi de çeviriyor. David Frederick Strauss’ı çeviriyor, ama Feuerbach çevirisi daha önemli. Feuerbach Hegel idealizminden kopuşu temsil ediyor. Genç Hegel’cilere yol gösteren çok önemli bir düşünür .Hegel’in felsefesini teolojiden arındırmaya çalışmış. Hıristiyanlığın Özü adlı kitabını çeviriyor onun. Bu kitaptaki din eleştirisi, Hegel idealizmden maddeciliğe geçişteki kilometre taşı. Marx, başta olmak üzere pek çok genç felsefeciyi etkilemiş. Şöyle çok basite indirgeyerek özetlersek, Feuerbach yabancılaşmanın kaynağında dini görüyor, yani insanın kendisine ait olan özellikleri tanrıya atfettiğini, kendisini bütün olarak gerçekleştiremediğini, kendinde görmek istediği pek çok özelliği başka bir varlığa yüklediğini ileri sürüyor. Oysa potansiyel olarak bu niteliklere sahip insan. Bütün bu olumlu niteliklere potansiyel olarak sahip olduğu için içinde yaşadığı dünyayı pekâlâ değiştirebilir.. Feuerbach’ın özetlemeye çalıştığım din eleştirisi, felsefeyi teolojiden arındırma bakımından büyük önem taşıyor. Yabancılaşmayı aşarak özgürleşebilmenin yolunu gösteriyor. Feuerbach’ı iki yıl süren bir zorlu bir uğraşla çevirdiğini söylemiştim George Eliot’ın. Çeviriye devam ederken de not defterine, güncesine notlar düşüyor ve eşine dostuna yazdığı mektuplarda Feuerbach’ı nasıl anladığını, nasıl yorumladığını açıklıyor. Feuerbach’ı okumadan önce ona yakın düşündüğünü yazıyor dostlarına. Babasıyla her pazar kiliseye giden bu genç kadın bir gün “ben artık kiliseye gitmeyeceğim” diyor. Tabii bu aniden olmuş bir değişiklik değil.
Taşrada yaşarken tanıştığı bir adam var, evli bir adam. Taşrayı terk etmesinde onunla olan ilişkisi etkili oluyor. Eliot’ın hayatında evli erkekler var zaten. Evine sık sık gidip geliyor ve o erkeğin de karısı kıskandığı için gelmemesini söylüyor. Onuru kırılmış hissediyor kendisini ama gönül bağladığı o erkeği bir daha görmemeyi de kabul edemiyor. Özellikle karısının uyarısını dikkate alarak bir daha o eve gitmemeyi kabullenemiyor. Taşrada tanıdığı bu evli erkek Eliot’ın entelektüel gelişimine de katkıda bulunuyor. İşte bu duygu ve tepkilerle terk ediyor taşrayı ve Londra’ya gidiyor. Londra’da Westminster Review’da yardımcı editörlük yapıyor. Westminister Review gibi prestijli bir düşünce dergisinde böyle bir görev üstlenmiş olmak çok önemli. Felsefi radikaller olarak anılan reformcular düşüncelerini açıklıyorlar bu dergide. Genelde Jeremy Benhtam’ın düşüncelerinden etkilenmiş yazarlar bunlar. Bentham’ın izleyicileri ki, bunlar arasında John Stuart Mill de var, hatta, Mill derginin editörlüğünü yapıyor bir süre. Mill editörlüğü bıraktıktan sonra bir ivme, bir irtifa kaybetmiş dergi. George Eliot editör yardımcılığını üstlendiğinde (yazılarında henüz George Eliot adını kullanmıyor aslında, Mary.Ann Evans imzasını kullanıyor) dergi eski itibarını biraz olsun kazanıyor.
Ayrıca Spinoza’yı da çeviriyor ama Spinoza basılmamış...Pek çok kitap eleştirisi de yayınlıyor Westminister Review’da, kitap incelemeleri yapıyor. Çok önemli entelektüel bir yazar olarak sivriliyor. Pek çok erkek yazarın olmadığı kadar entelektüel. Feuerbach’ın düşüncelerine yabancı olmadığını onu okuduğundafark ediyor zaten. Kendi düşüncelerinin de Feuerbach’ınkilereyakın olduğunu görüyor. Feuerbach’ı okuması ve çevirmesi bu düşüncelerinin olgunlaşmasını sağlıyor. Yaşadığı evlilik dışı ilişkileri, çevresinde büyük tepki gören bu ilişkileri belki de felsefi bir temelde açıklamak istiyor. Meşrulaştırmak değil ama açıklamak.. İşte bu noktada Feurbach ona bu temeli, bu zemini veriyor. Yani “iki insan birbirlerini seviyorlarsa bu yasal bir sözleşmeye dönüşmeli midir, kilisenin buna müdahaleye hakkı var mıdır?” sorusuna, “hayır, müdahale hakkı kesinlikle yoktur “ yanıtını vermesini kolaylaştırıyor. Feuerbach’ın kilisesiz İsa anlayışında iki temel şey var; anlamak ve kendini feda etmek, ortaya koymak. Yani başka bir varlığa, aşkın bir varlığa bağlanmak yerine bu dünyada başka bir insana bağlanmak. Eliot, Mill on the Floss’da bu düşünceyi işliyor zaten. Bir sele kapılan, birbirini kucaklayarak sel sularında boğulan iki sevgili vardır romanın sonunda. Feuerbach’ın tezlerinden biri de şu zaten : İnsan dini aşarken, yabancılaşmanın üstesinden gelirken diğer insanları da anlamaya çalışmalı. Anlamaya çalışmayan insan, iradesi olmayan bir insandır, iradesi olmayan insan ise aldatılmaya açık bir insandır.
Ö.M: Ve özgür değildir dolayısıyla.
H.T: Kesinlikle öyle..Bir de insan kendisini bir başka insan için ortaya koyabilmeli, gönül bolluğuyla ona karşılıksız bağlanmalı, karşılık beklenmemeli. George Eliot kilisenin onayına sunmayı ya da resmi sözleşmeye dökmeyi reddettiği ilişkilerini böyle yaşıyor. Hayatında sahicilik var. Evlilik kurumunun zorladığı içtensizlik ve ikiyüzlülükle malul değil onun ilişkileri. Ama bu içtenlik, bu sahicilik aynı zamanda onun ağır eleştiriler almasına da neden oluyor. Ağır eleştirilerden bir tanesi, Nietzsche’den geliyor. Hegel’in ve genç Hegelciler’in amansız, acımasız eleştirmeni Nietzsche, Feuerbach’ı da eleştiriyor. Nietzsche’nin sert eleştirilerinden Eliot da nasibini alıyor. Nietzsche onun için, “tanrıdan vazgeçiyor gibi görünüyor, ama İsa’dan vazgeçemediği için sonuçta tanrının öldüğünü kabul etmiyor “ diyor. Eliot’ı “Suffrage” hareketindeki kadınlarla bir tutuyor, bir orta sınıf kadını olarak görüyor onu. Aslında hiç de öyle değil. Sınıfsal köken olarak oraya ait bir kadın değil. Tam aksine yoksulların bir yazarı aslında.
Ö.M: Evet, hiçbir zaman da bunu terk etmiyor.
H.T: George Eliot aslında bizi kaçınılmaz olarak felsefenin içine pat diye attı. Ortodoks Hıristiyanlığı eleştirerek, Feuerbach’dan yola çıkarak insanın, insan kardeşlerine karşı sorumluluk duyacakları, bu duygu doğrultusunda davranacakları yeni bir hümanizmanın mümkün olup olmadığı sorusunu soruyor ve “evet pekâlâ mümkündür” cevabını veriyor George Eliot. Evlilik dışı ilişkilerini aynı düşünceler temelinde açıklıyor. Yani iki insan birbirlerini seviyorlarsa kilisenin ya da devletin bunu sözleşmeyle onaylamasına gerek yoktur sonucuna varıyor.
Ö.M: Bunlar bugün söylendiğinde pek radikal görünmeyebilir, hatta doğal görünebilir. Fakat, Eliot bu düşünceleri 1860’larda açıklıyor ve savunuyor. Düşünceleriyle örtüşen bir hayat yaşıyor.Bu nedenle önemli ve tabu yıkıcı bir yazar. Kadınların özgürlük hareketine büyük bir katkıda bulunmuş. Cesaret, özgüven ve etik sorumluluk gerektiren bir şey.
H.T: Nietzsche’nin tepkisini çektiğini söylemiştim; Nietzsche kemikleşmiş bir hümanizma buluyor onda. Eliot’ın savunduğu tarzda bir hümanizmayı da köle ahlakının tezahürü olarak kabul ediyor. Bu oldukça sert bir eleştiri. Haksız bir eleştiri aynı zamanda, hem onu ilginç kılan, hem de deyim yerindeyse yumuşak karnını oluşturan liberal değerlere çok sert vurması.
Ö.M: Evet, sağın Nietzsche’yi zaman zaman sahiplenmesinin nedeni de bu. Çarpıtılarak da olsa faşistlerce benimsendiği zamanlar oldu. Çok büyük bir alaycılık da var onda. Yanlış anlaşılmasının bir başka nedeni de bu. Alaycılığı kavranamıyor. Gilles Deleuze, “Nietzsche’yi okurken gülmeyenler, bol bol gülmeyenler onu anlamıyorlar. Böyleleri onu hiç okumasınlar “ der. Deleuze’un sözünü ettiği şizoid kahkaha.
H.T: Şizoid ve devrimci kahkaha. George Eliot’la da alay ediyor zaten. ”Ah işte İngiliz tutarlılığı diye ben buna derim“ diyor Eliot’ı eleştirirken.
Başta George Eliot’ın 1970’lerden sonra yeniden okunduğunu ve yeniden değerlendirildiğini, birbirine karşıt düşüncelerin de bu arada çarpıştığını söylemiştik. Ama George Eliot yaşadığı dönemde de İngiltere’nin dışında ilgi görüyor. İngiltere dışında onun yazdıklarına ilgi gösterenlerden biri çok önemli; Viyana’da doğan ve Zürih’te felsefe doktorası yapmış olan Helene von Druskowitz. Eliot’un çağdaşı sayılır. Eliot’ın yazmaya başladığı dönemde dünyaya gelmiş, 1856 tarihinde doğmuş ve 1918’de akıl hastanesinde de ölmüş. Evlilik dışı bir çocuk. Helene von Druskowitz çok yetenekli ve son derece zeki bir kadın. Fakat o tarihlerde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda üniversiteler kadınlara kapalı. Gidebildiği tek üniversite Zürih’te. Zürih Üniversitesi’nde felsefe doktoru olan ikinci kadın Helen von Druskowitz. İngiliz edebiyatını çok seviyor, Lord Byron’ı, Don Juan’ını çok seviyor, doktora tezinin de konusu bu. Shelley’yi çok seviyor ve çok da takdir ettiği birisi var; George Eliot. Hatta ona göre George Eliot “en büyük kadın yazar “. Druskowitz, Eliot’ın Feuerbach yorumlarını da paylaşıyor. Kendi de ateist. Ama George Eliot’ın hayatının son döneminde evlenmiş olmasını da kabullenemiyor. Radikal bir evlilik karşıtı Druskowitz. Giderek erkek düşmanı oluyor. Yaşadığı dönemin Valeria Solanas’ı oluyor.
Ö.M: Erkek düşmanlığı, kadın düşmanlığına bir tepki. Sert bir tepki ama, ancak kadın düşmanlığıyla birlikte düşünüldüğünde anlaşılabilecek bir şey. Druskowitz’in yaşadığı dönemde, Viyana’da kadın düşmanlığı çok yaygın. Kadın düşmanı bir kültür Viyana’nın entelektüel çevrelerinde bile varlığını duyuruyor. Modernizmin içindeki reaksiyoner eğilimler kadın düşmanlığını bu çevrelerde yayıyor. Otto Weininger’in o meşhur kadın düşmanı tezleri yüzyıl sonu Viyana’sında formüle edilmiş.
H.T: Freud’un düşünceleri de aynı dönemin ve aynı ortamın ürünü. Programın başında Freud’un bir tezinden söz etmiştik; Kadınların bilime katkılarının bulunmadığını, sadece dokuma tezgâhında çalışmayı ve dantel örmeyi bildiklerini, bunun da olsa olsa teknikle ilgili olduğunu söylüyordu. Yine, Viyana kültürü içinde çok parlak bir yazar olarak sivrilen Karl Krauss da kadınlarla çok ince ve o denli de acımasızca alay eder. Ama bir yanlış anlamaya yol açmayayım.Freud’u Weininger gibi bir kadın düşmanı olarak kesinlikle görmediğimi belirtmek isterim. Demin senin de söylediğin gibi, modernizmin içinde çok derin bir reaksiyonerlik var. Kadın düşmanlığı bunun bir yönü. Bir diğer yönü de anti-semitizm. Galiba ikisi birbirine bağlı, hiç değilse belirli bir tarihsel dönem boyunca birbirine bağlı. T.S. Eliot’da, Ezra Pound’da şu ya da bu ölçülerde hep var bu iki eğilim.
Ö.M: Bütün bu andığımız adları yaşadıkları dönemin koşulları içinde değerlendirmeliyiz. Bu da bize olayları ele almada daha pek çok şeyin yan sıra tarih bilgisinin ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor. Ancak şu da var; bu insanlar yaşadıkları dönemin ve hatta dünyanın sınırlarına da sığmıyorlar. Sınırları aşıyor, çerçeveleri kırıyor ve geçmişten günümüze uzanıyorlar. Düşünceleriyle, yarattıkları yapıtlarla ve yaşamlarıyla. Onları hem tarihsel bir dönemin koşulları içinde anıyoruz, hem de birer çağdaşımız gibi söz ediyoruz onlardan. Bağımsız bireyler olarak dünyayı biçimlendirmişler.
H.T: İnsanoğlunun özgürleşme serüvenine katkıda bulunmuşlar. Bazıları tam anlamıyla unutulmuş, unutturulmak istenmiş. “Kimsenin ziyaret etmediği mezarlarda yatanlar” diye bir deyim vardır, işte öyle. Fakat o unutulmuş olanları da anmak gerekiyor. O insanlar düşünceleriyle, moral cesaretleriyle yol gösterici olmuşlar. İnsanlığın ışık taşıyıcıları.
George Eliot’dan söz ediyorduk. Romanları son derece karmaşık. Olay örgüsünde iç içe geçişler var, pek çok karakter var ve bir anlamda da psikolojik çözümlemeyi geliştiriyor. Bu yönüyle de Virginia Woolf’un bilinçaltı tekniğine öncülük etmiş oluyor.
Ö.M: Bilinç akışı tekniğinin erken örnekleri de denilebilir belki.
H.T: Onun dönemindeki pek çok kadın yazar erkeklerin egosuna dalkavukluk ediyorlar. Bunlardan biri kesinlikle değil George Eliot. Yoksulların romancısı bir anlamda. Onların diliyle, onların lehçesiyle yazıyor kimi yerde. Sınıf analizleri yapıyor, sınıf farklılıklarını işliyor. Örneğin, Middlemarch romanında. Bir romanı daha vardır, Radikal Felix Holt başlıklı romanı. İngiltere reform yasalarının çıktığı dönemde yazdığı bir roman bu. Romanın kahramanı erkek Felix Holt’un o kadar da radikal olmadığını vurguluyor. Radikal olan bir kadın karakter. Miras yoluyla intikal eden hakları, miras hakkını sorguluyor romanda Eliot. Burada önemli bir nokta daha var; kitabı hatırlıyorum, bazı bölümleri arabacı anlatır, atlı arabacı yolcularına anlatır öyküyü. Çalışan sınıfın diliyle yazılmıştır gerçekten o bölümler. Sanki bir pubda yaşlı bir insan, çalışan sınıftan bir insan etrafındakilere başından geçmiş bir olayı anlatıyordur.
Aslında George Eliot’tan, söz ederken geçmiş programların birlikte düşünülmesinde yarar var. John Stuart Mill’le, Viginia Woolf ‘la çok yakından ilgili. John Stuart Mill’in de çağdaşı.
George Sand H.T: George Eliot İngiliz yazarları beğenmiyor, beri yandan George Sand’ı beğeniyor. Sanırım tanışmış da onunla, Fransa’da. Ö.M: Öyle mi? Bu şaşırtıcı değil aslında. İkisi ilerici politikalara yakınlık duyan insanlar. H.T: George Eliot’ın, taşrada yaşadığı yıllarla evli bir erkekle ilişkisi olduğundan, bu erkeğin karısının kıskanç davranarak Eliot’a evlerine gelmemesini söylediğinden, kadının Eliot’ı kibarca kovduğundan bahsetmiştim. Şimdi adını hatırlayamadığım o evli erkek Robert Owen’ın
düşüncelerini ve bu düşünceleri temel alan kooperatifçi görüşleri benimsemiş biri. Bu düşünceleriyle Eliot’ı da yani o zamanki adıyla Mary Ann Evans’ı da etkiliyor.Ö.M: Bu kadın yazarlar neden George adını alıyorlar acaba hep? George Sand da.
Ö.M: George Eliot’ın ilginç hayatından bir ilginç nokta daha; Robert Owen tarzı ütopyacılıktan da etkilenmiş.
H.T: Az önce ilerici politikalarla yakınlık kurmuş, bu politikaları desteklemiş olduğunu söyledin. Haklısın, gerçekten öyle. Suffrage hareketini destekliyor, sufraj hareketi içinde dostları var. Hatta eylemci bir yönü de var George Eliot’ın. İrlanda’nın bağımsızlığı için yapılan bir gösteriye, yürüyüşe katılmış, imza kampanyaları yürütmüş .Dolayısıyla sadece evinde oturup kendine ait bir odada yazı yazan birisi de değil.
Ö.M: Çok ilginç bir şey geldi aklıma bir parantez açmama müsaade edersen. Şimdi eylemci yanı da var dedin ama hep konuştuğumuz şey George Eliot’ın bir yazar olduğu. Ana kimliği yazar ve düşünür diyelim. Oysa şimdilerde yeni bir eğilimin gelişmekte olduğu gözleniyor. Örnegin, Chomsky ya da Arundhati Roy hemen aklıma gelen iki isim; onlar “yazar” ve “eylemci” sıfatını beraber kullanıyorlar. Sanki yazarların ayrıca eylemci olması mümkün değilmiş, iki ayrı kategoriymiş gibi ele alınıyor ve Roy, hangi makalesinde olduğunu hatırlamıyorum şimdi, Power Politics’de yanılmıyorsam, bu ikili nitelemeyi, yazar ve eylemci ayırımını eleştiriyordu. Sözünü ettiğim makalesinde “ne demek, neden aynı zamanda eylemci ve yazar sıfatını kullanıyorlar?” diye soruyordu. Bu tabii eleştiri de içeren bir soru. “Yazar demek yetmiyor mu?” diye de vurguluyor. Demek istediği, yazarlık eylemciliği de içerir, her yazar aynı zamanda bir eylemcidir, bir eylemci olmalıdır. Bu pek çok insan için de son zamanlarda giderek artan bir söylem haline geldi. Bu nedenle altını çizmekte fayda gördüm ben de. Bir yazarın yazdıkları doğrultusunda eylemesi, harekete geçmesi, davranması kadar doğal bir şey olabilir mi?
H.T: Yazarlar yakın geçmişte politik alandan çekildiler. Evine kapanan, bilgisayarın başında durmadan yazan bir kimse olarak anlaşılan ve öyle tanımlanan biri oldu yazar. Yani yazar ve hatta entelektüel sözcükleri hayattan, eylemden kopuk insanlar için kullanılmaya başlandı. Bunda ne kadar yazarların payı var, o da ayrıca tartışılması gereken bir konu. Yazarın aynı zamanda bir eylemci olduğu unutulmuştu. Dahası bir süredir yazarın eylemci olması yadırganıyordu. Yazarlık ve eylemciliğin şimdilerde yeniden buluşmasına tanık oluyoruz. Bu buluşmaya vurgu yapılıyor olabilir.
Ö.M:Tamamen hemfikirim, fakat bu yazara yazardan başka bir şeyle hitap edilmesini, yani bir yazısının altında, bilmem kim, yazar ve eylemci denmesini haklı kılmayabilir aslında.
H.T: Haklısın, Sartre için eylemci yazar, eylemci felsefeci denilmiyordu. Ama az önce söylemek istediğim biraz da buydu. Sartre ile birlikte angaje entelektüel sahneden çekildi.
Ö.M: Birkaç program önce de Michael Walzer’in hoşgörü rejimlerini konusundaki düşüncelerini açarken de değinmiştik bu konuya. Walzer’in “haklı savaş” tanımı yapmasından, bu tanıma dayanarak ABD’nin 11 Eylül sonrası politikalarına destek vermesinden söz etmiş ve bu tutumun entelektüel sorumlulukla bağdaşmadığını belirtmiştik. Entelektüel kimlik bir bütün. Entelektüel olmak salt zihinsel üretimde bulunmayı ifade etmiyor, etik bir duruşla bütünlenmeyi gerektiriyor.
H.T: George Eliot’a dönüyorum. Tamamlamaya çalışalım. Eliot’ın romanlarını, makalelerini kaleme aldığı tarih 1850’ler; yani Napolyon savaşlarını izleyen dönem. İngiliz toplumu stabilize edilmek isteniyor, ama bu hiç de kolay değil. Tam aksine karışıklıklar giderek artıyor. Tarımda tahıl yasaları - “corn laws”- çıkartılıyor. Yoksullardan alınacak paralar toprak sahiplerine aktarılmaya çalışılıyor. Bütün bunlar İngiliz toplumunda huzursuzluğu giderek yoğunlaştırıyor. Toplum tepeden aşağı doğru alınan sert önlemlerle, çıkarılan katı yasalarla stabilize edilmeye ne kadar çalışılırsa çalışılsın, dipten gelen, alttan gelen, huzursuzluk dalgası ve öfke seli önlenemiyor. İşte Eliot’ın romanları bu huzursuzluk döneminin ürünleri. Bu tarihsel dönemin ışığında okunması gereken yapıtlar. Halkın arasındaki huzursuzlukları şu ya da bu ölçüde, ama mutlaka duyurmuş olan bir yazar Eliot.
Ö.M: Bu bir başka düzeyde Virginia Woolf için de geçerli. Onun roman ve denemeleri de insanlığın savaşa, yıkıma sürüklendiği bir dönemin ürünleri. Bir yazarın kaleminden çıkabilecek en güçlü savaş aleyhtarı yazılar onun imzasını taşıyor.
H.T: Hemen özetleyelim; Aslında kadınların sınırlı haklara sahip olduğu ve bunun da doğal kabul edildiği bir çağda bir kadının yazarlığı seçmiş ve seçiminde engel tanımamış olması başlı başına bir meydan okuma. Erkeklere, onların kurduğu düzene, onların diline ve ahlak anlayışına bir meydan okuma. George Eliot bütün bu doğal kabul ettirilen, bütün bu dayatılan normları, sınırlılıkları aşıyor. Romanlarındaki kadınlar nihai amaçlarına ulaşamıyorlar belki, yani özgürleşemiyorlar, fakat bu yolda mücadele ediyor, güçlüklere göğüs geriyorlar. Kendilerine sunulan dünyayı kabullenmiyorlar. Eliot’ınbenzetmesiyle onun romanlarındaki kadınlar “denize kavuşmaya çalışan ırmaklar” gibiler, kavuşamasalar da önlerine konmuş olan bentleri, sınırları aşıp denize ulaşmaya çalışıyorlar.
Ö.M: Evet, asıl altı çizilecek, vurgulanması gerekecek çok önemli bir hususu da şimdi sen söyledin; savaşmak, mücadele etmek. Özgürlük mücadelesini yürütmek, ödün vermeden yürütmek. Arundhati Roy’un da söylediği gibi, baskı altındaki insanın kaybedeceğini bilse dahi kendinden çok kuvvetli bir despota karşı savaşması çok önemli.
H.T: Zaten Eliot’ın romanlarındaki kadınlar da mutlaka nihai amaçlarına ulaşsalardı bu çok inandırıcı olmazdı. Biz bugün burada o romanları konuşuyor olur muyduk bilmiyorum. Diyeceğim; Eliot’ın romanlarını önemli kılan, kadın kahramanlarının bu anlamdaki “başarısızlıkları”, yılmadan mücadele etmeleri.
Ö.M: Asıl kahraman da belki bu. Her sabah, her gün, kaybedeceğini bildiği bir savaşa yeniden giden insan. Kadere hakim olmaya, kendi kaderinin efendisi olmaya çalışan insan. Yenilenlerin tarihi de mutlaka yazılmalı, onların öyküsü de mutlaka anlatılmalı. Bir gün kazanabilmeleri açısından bu önemli.
(5 Aralık 2003 tarihinde Açık Radyo'da 'Cuma Adlı Adamlar' adlı programda yayınlanmıştır.)